Körü körüne inanmamak, soru sormak üzerine

mehmet dogan
7 min readOct 2, 2016

--

Soru sorma yeteneği, insanoğlunu diğer canlılardan ayıran en belirleyici yönlerinden biridir. İnanışa göre, konuşma dili, soru sorma ihtiyacı yüzünden geliştirilmiş. Mağara adamı, isteklerini her zaman vücut dili, homurtu ile halledebilirken, soru sormak için bir dil kullanması gerekliydi. Soru sorma becerimiz, biz insanoğlunun en büyük keşiflerine yol açmış ve bizlerin karşılaştığı büyük sorunlardan bazılarını çözmüştür.

Şimdi, size umarım birkaç soru sormanızı sağlayacak tarihten 3 hikaye paylaşmak istiyorum. Bu hikayeler Türkiye’den değil ama sanırım son birkaç yıl içinde yaşadığımız “insan gerçekten hayret ediyor” diyebileceğimiz birkaç soruya cevap olacaktır.

İlk hikayem, bir ülkenin eğitim düzeyinin, o ülkedeki demokrasi algılayışıyla birebir ilgisi ve ülkemizin batısıyla doğusu arasında neden çok büyük farkların olduğu ile alakalı.

1960larda, dünyanın her yerinde olduğu gibi, Amerika’da da sosyal direniş ve ülkeyi idare eden güçlere karşı bir ayaklanma vardı.

1973 yılında, Amerikalı milyarder David Rockefeller’in organizasyonu altında Trilateral Commission (Üçlü Komisyon) adında bir grup oluşturuldu. Bu komisyonun ilk üyelerini Amerika, Avrupa ve Japonya’dan gelen büyük banka sahipleri, avukatlık şirketleri ve hükümet görevlileri oluşturdu. Bu komisyonun kuruluş amaçlarından biri de, 1960larda başlayan sosyal direnişin ana kökenini araştırmak ve bu tip olayların gelecekte bir daha kendini göstermemesi için gereken önlemleri almaktı.

Komisyon çalışmaları sonucunda “Demokrasinin Krizi” adlı bir rapor oluşturdu. Raporun en önemli bulgusu eğitim ve eğitim sistemi ile ilgiliydi. Bunun nedeni ise, direniş içinde yer alan Amerikan vatandaşlarının eğitim düzeyi yüksekti ve bir çok direniş, kampüslerde gerçekleşiyordu.

Komisyon çalışmalarıyla şu sonuca vardı:
Halk, gereğinden daha yüksek bir eğitime sahiptir. Amerikan hükümeti, vatandaşlarına sağladığı eğitim ile onların daha iyi bir yaşam beklentisine sahip olma inançlarını artırıyor ve böylece bir üniversite diplomasına sahip olan kişiler, hayatlarında daha fazla kontrol sahibi olmak istiyorlar.

İşte hazırlanan rapordan bir alıntı:

“Daha önce pasif veya örgütsüz olan nüfus grupları yani siyahlar, Kızılderililer, Meksikalılar, beyaz etnik gruplar, öğrenciler ve kadınlar, artık fırsatlar, pozisyonlar, ödüller, ve kendilerini daha önce verilmemiş hak ve özgürlük için direniş başlattı”

Demokrasinin Krizi: Demokrasilerde yönetilebilirlik raporu

Komisyon, hazırlanan raporun ardından, eğitim sisteminde gereken değişimi yapmak için çalışmalara başladı. Eğitim bütçeleri kesintiye uğradı, eğitim sistemi içinde yer alan müfredat değişti ve yeni müfredat, hükümetin planları doğrultusunda yeni bir disiplin ve kontrol altında değiştirilip, tek taraflı bilgi verecek bir yapıya sokuldu.

Rapor, hem direnişlerin, hem de komisyonun farkında olduğu önemli bir noktayı ortaya koyuyordu: “Eğitim, toplumun en önemli değer üreten sistemidir.” Komisyon bunu kendilerine yarayacak şekle dönüştürmek için de öneride bulundu: “Üniversite eğitimi almış kişilerin, iş ve özgürlük beklentilerini düşürecek yeni bir program gereklidir.”

Komisyonun hazırladığı rapordan 2 yıl sonra, Amerika’nın en yüksek pozisyonları, Trilateral Commission (Üçlü Komisyon) üyelerinin eline geçti: Başkanlık, Başkan Yardımcısı, Dışişleri Bakanlığı, Savunma Bakanlığı ve Hazine. Ayrıca, Ulusal Güvenlik Danışmanlığı’nın başına da komisyonun direktörü ve kurucularından biri olan Zbigniew Brzezinski getirildi.

Kısaca, eğitim, hükümetin yarattığı eşitsizliği ve kısıtlamaları, kendi oluşturduğu müfredat ile bastırdığı sürece, kendini ve gizli gündemini koruyabilecek ve böylece insanların daha iyi bir hayata sahip olma isteklerini törpüleyebilecekti. Zaten bu nedenle, Amerikan eğitim sisteminde eşitsizliği, şirketlerin toplum üzerindeki etkilerini ve ırkçılık mekanizmasını anlatan tek bir ders bile yoktur.

Eğitim, sistemi sorgulamayı öğretmez. Yönetici güçleri sorgulamak yerine, onlara, başarılı olmak için bir tablo çizer: ev, araba, 2,5 çocuk. Eğer bu hayallere ulaşamazsanız, bu sizin suçunuzdur…. eğitimin değil.

Sorgusuz bir eğitimin ortaya çıkardığı “başarılı” insanlara en güzel örneği Fizikçi Jeff Schmidt veriyor:

Yazacağım kitap için araştırma yaparken, Lawrence Livermore Ulusal Laboratuvarı’na ait bir bülten ile karşılaştım. Bu laboratuvar, Amerika’da nükleer silah tasarımı yapan iki laboratuvardan biridir. Bülten’de bir röportaj yer alıyordu. Röportajı yapan kişi, nükleer silah tasarımı yapan iki genç mühendise soruyor:
“İşinizin en kötü yanı nedir?”
Mühendisler birkaç saniye düşündükten sonra cevap veriyor:
“Aaa… bilgisayarlar! Buradaki bilgisayarlar yeterli belleğe ve güce sahip değil. O nedenle ikide bir bozuluyorlar!”
İşte bu, otoriteye, sorgusuz itaatin bir kanıtı. Büyük resmi sorgulamayı, kendi işleri olarak görmüyorlar bu mühendisler ve şunları söylemiyor:
“İşimin en kötü yanı, dünyayı daha tehlikeli hale getirecek ve felaketler üretecek nükleer silah tasarlamam!”

İşte bu davranış biçimini deney konusu olarak laboratuvara soktuğunuzda, ortaya çıkan sonuçlar gerçekten inanılmayacak boyutlarda. İkinci hikayem, otoriteye itaat ile ilgili.

1961 yılının Temmuz ayında, Yale Üniversitesinde Sosyal Psikoloji profesörü olan Stanley Milgram, itaatkarlık konusu üzerinde araştırmalar yapıyordu. Onu bu konuya iten en önemli sebep, Hitler Almanya’sında yaşanılan Yahudi soykırımının bir parçası olan sıradan Alman vatandaşlarının, böyle bir vahşete sorgusuz neden itaat ettiklerini bulmaktı.

Deney, deneklere, cezalandırmanın öğrenme üzerindeki etkisi şeklinde anlatıldı, gerçek nedeni saklamak için. Denekler, deneye girdiklerinde ya “öğretmen” ya da “öğrenci” olmak üzere kura çektiler. Deneklerin hepsi “öğretmen” olarak deneye katıldı çünkü “öğrenci” rolü aslında bu deneyin bir parçasıydı ve bu rolü yapan kişi, deneyi yapan Stanley Milgram’ın asistanıydı.

Deneye katılan “öğretmen” deneklerden istenilen, yan odada kelime çiftlerini ezberlemeye çalışan ve bir elektrik kablosuna bağlanmış “öğrenciye” yanlış cevap verdiklerinde elektrik şoku vermekti. Öğretmenlerin önündeki panelde 15 volttan başlayıp 450 volta kadar giden düğmeler vardı. Verilen her yanlış cevapta, elektriğin dozu arttırılacaktı. “Öğretmen” olarak deneye katılan kişinin bilmediği ise, diğer odada bulunan öğrencinin aslında elektik kablosuna bağlı olmadığı ve bu deneyin bir parçası olduğuydu.

Deney başladığında “öğrenci” de yavaş yavaş yanlışlar yapmaya başladı ve 5. hatayı yapıp 75 volt elektrik şoku yediği andan itibaren inlemeye, tuhaf sesler çıkarmaya; 150 voltta deneyden çıkmak için yalvarmaya; 180 voltta “artık acıya dayanamıyorum” diye bağırmaya başladı. Öğretmen rolündeki denek panelin üzerinde “Tehlike: Yüksek Şok” yazan düğmelere geldiğinde ise öğrenci duvarlara vuruyor ve “beni bu odadan çıkartın, kalbim sıkışıyor” diye haykırıyordu.

Milgram, deney gerçekleştirilmeden önce Yale Üniversitesi’de, 14 psikoloji yüksek lisans öğrencisiyle sonuçların ne olacağına yönelik bir anket yaptı. Katılımcıların tümü, sadece birkaç sadist eğilimli deneğin (%1) en yüksek voltajı uygulayacağını düşünüyordu.

Çıkan sonuçlar ise tahminlerden çok farklıydı. Deneklerin %65'inin (40 denekten 26'sının) deneydeki en yüksek gerilim olan 450 voltu, her ne kadar huzursuzluk hissetmiş olsalar da, uyguladıkları görüldü. Hepsi deneyin bir noktasında durup deneyi sorgulamış, hatta bazıları kendilerine ödenen parayı (450 dolar) geri vereceklerini söylemişlerdi. Katılımcılardan hiçbiri 300 volt seviyesinden önce şok uygulamaktan tereddütsüzce vazgeçmedi. Deneyin çeşitlemeleri daha sonra dünya genelinde farklı psikologlarca gerçekleştirildi ve sonuçlar birbirine yakındı: Yüzde 65!

Eğer bütün bunlara bir bakacak olursak, anlayabiliriz ki, direniş, yıkıcılık anlamına gelmez. Gerçek olan şudur ki, sorgusuz itaat, itaatsizliğe oranla, daha yıkıcı bir güçtür — sorgusuz itaat, tarihimizde soykırımları, savaşları, açlıkları ve çevre yıkımını üretmiştir… direniş değil.

Bu nedenle, eğer, hiçbir şey söylemeyerek tarafsız olduğunuzu zannediyorsanız, kendinizi kandırıyorsunuz demektir. Çevremizde adaletsizlik, ırkçılık ve ölüm olduğu sürece, bizler sessiz kalıyorsak, esasında tarafsız değil, tam tersine, bütün bunları otoriter bir plan ile ortaya koyan güçlerin söylediklerine itaat etmiş oluruz. Kısaca, dünyada açlığın, zulmün, ırkçılığın, adaletsizliğin çok sık rastlandığı bir dönemde “tarafsız” kalmak diye bir şey söz konusu olamaz, yalnızca “etliye sütlüye karışmamak” veya “kaygısızlık” olur ki bu, bir tip “onaylamadır”!

Son hikayem ise basının ve hükümetin bir ülkeyi amaçları için nasıl uyutmayı, uyuşturmayı ve duygularıyla oynamayı başardığı ile ilgili. Bu hikaye “camide içki içtiler” ile “başörtülü kardeşlerimizi dövdüler” söylemlerini daha iyi anlamınızı ve sorgulamanızı sağlayacak umarım.

Saddam Hüseyin, 2 Ağustos 1990 tarihinde ‘‘Kuveyt Irak’ın 28'inci eyaletidir’’ gerekçesiyle Kuveyt’i işgal etti. Amerika haftalarca bu işgale nasıl cevap vereceğini bilemedi. 10 Ekim’de Amerikan Kongresi’nin İnsan Hakları Komitesi’nde misafir konuşmacı olarak yer alan Hemşire Nayirah adlı 15 yaşında Kuveytli bir kızın açıklamaları ABD ve dünyada geniş tepkiler uyandırdı. Nayirah ‘‘Silahlı Irak askerleri hastaneye geldiler. Yeni doğmuş bebekleri kuvözlerden çıkarıp soğuk betonda ölüme terk ettiler’’ diye ağlamaklı bir ifade verdi. Ölüme terk edilen bebeklerin hikayesini, aynı gece ABD’de ve dünyada milyonlarca kişi televizyonlarından izledi. Nayirah’ın duygusal konuşması ülkenin hemen hemen her TV istasyonuna taşınarak günlerce yayına girdi. Kongre müzakerelerinde Nayirah’ın hikayesi sürekli tekrarlandı. O döneminin ABD Başkan’ı Bush (George W. Bush’nun babası) Irak’a askeri harekat için bu açıklamayı sık sık dile getirdi.

Nayirah’ın duygusal ifadeleri etkili oldu. Uzun süre tartışılan Nayirah’ın “hastane zeminine bırakılıp ölen çocuklar” hikayesi Uluslararası Af Örgütü tarafından doğrulandı ve yoğun müzakereleri takiben Kongre, Başkan Bush’a savaş yetkisi verdi ve 18 Ocak 1991'de Irak’ın, ABD tarafından bombalanması başladı.

Fakat işin gerçeği, Nayirah hikayesi, çok sinsice tasarlanmış bir hakla ilişkiler ürünüydü. Nayirah’ın anlattığı hikayenin arkasında halkla ilişkilerin en büyük isimlerinden biri olan Hill & Knowlton ve H&K’yi bu iş için kiralayan, ABD hükümetiyle direk ilişkisi olan Hür Kuveyt Vatandaşları adlı bir kuruluş vardı.

Körfez Savaşı sonra erdikten sonra ABC TV muhabiri John Martin, Kuveyt’teki hastaneye giderek araştırmalar yaptı. Kuveytli doktorlar bebeklerin savaş kaosunda bakımsızlık ve hemşire azlığından öldüklerini, Iraklı askerlerin tek bir bebeği dahi kuvözden çıkarmadığını bildirdi.

H & K’nın düzmece senaryosunun başkahramanı ve Kuveyt’teki hastanenin sözde görevlisi Hemşire Nayirah aslında Kuveyt’in Washington Büyükelçisi Saud Al-Nasser Al-Sabah’ın kızıydı. Dünya TV’lerinde milyonlarca kişiyi bebek ölümleri hikayesiyle ağlatan genç kız, aslında Kuveyt işgali sırasında Amerika’daydı. Iraklıların işkence yaptığı sözde Kuveytlilerin de ‘sahte’ oldukları ortaya çıktı. Kuveyt Emirliği’nin Irak’a askeri harekatı teşvik için H&K şirketine 11.5 milyon dolar ödediği açıklandı. Tarihte ilk defa bir halkla ilişkiler şirketi, olayları düzmece bir senaryo haline getirerek, insanların duygularıyla oynayarak, otoritenin gündemi doğrultusunda savaş başlatmış oldu.

Soru sormak kadar, doğru soruları sormak ve gerçekleri araştırmak da çok önemli. Her şeyin 140 karakter ile “kesin bilgi” olduğu bir dönemde, neyi, nasıl analiz edeceğimizi de çok şaşırdık. Bazen, doğru dediğimiz şeylerin, aslında başkalarının doğrularına hizmet ettiğini defalarca gördük son yıllarda. Fakat gerçek bir şey var bunu hiç kimse değiştiremez: sorular soran bir nesil uyandı! Artık soru soran, her şeyi çabucak kabullenmeyen, artık her şeyi “doğru” kabul eden bir jenerasyondan, “şüpheci” bir nesile ulaştık ki bence, doğru soruları sormak yolunda güzel bir adım!
Ama yine de, bazen, Mehmet Atakan Foça’lara ihtiyacımız var.

Yeni kitabım “Pürüzlü Mükemmellik” raflarda! Satın almak isteyenler, buradan buyrun

--

--