Kırmızı Kurdele, Atatürk ve Faiz Bey!

mehmet dogan
5 min readNov 10, 2016

--

İlkokul yıllarında, çok zeki bir öğrenci değildim. Okurken, yazarken, sorunlarım vardı. Bu sorunlar halen devam ediyor ;-)
Hatırlarım, yan komşumuzun oğlu Serdar bir gün “kırmızı kurdele” ile gelmişti evine. Kırmızı kurdele çok önemli bir mevzuydu ilkokul yıllarında. Kırmızı kurdele ne kadar “zeki” ve “başarılı” ya da öğretmenin gözdesi olup olmadığının kanıtıydı. Bir kere aldın mı, bütün yıl giyerdin simsiyah gömleğinin üstünde, kıpkırmızı! Annem ara sıra sorardı bana -şaka ile karışık, “Benim oğlum ne zaman alacak kırmızı kurdeleyi” diye. “Bir gün” derdim ama içten içe hiçbir zaman alamayacağımı da bilirdim. Fakat milyon yıl da geçse, günün birinde bu kırmızı kurdelelerden birini -Atatürk (ve Faiz Bey’in) sayesinde, benim de alacağım aklıma gelmezdi.

Mustafa Kemal Atatürk, Türkiye’nin süper kahramanı ve ilk Cumhurbaşkanı idi. O, Türkiye’yi, Osmanlının küllerinden çıkarıp, yarattı. Avrupa’nın “hasta adamını” iyileştirdi.

Kısa zamanda, kısacık ömründe, inanılmaz işleri başaran bir lider; bir elin parmağını geçmeyecek unutulmaz tarihi isimlerden biri haline geldi. Türkiye’yi özgür, nefes alan, yaşayan ve saygı duyulan bir ülke haline getirdi. Gücü, başarısı ve geleceği görüş yeteneği -her yaşayan canlıda olduğu gibi- onun da ölümünü engelleyemedi.
10 Kasım 1938 günü saat 9:05’de, 57 yaşında hayata veda etti.

Atatürk’ün ölüm yıldönümü, benim çocukluğum içinde önemli bir yer kaplar. Hepimiz iyi biliriz… 10 Kasımlar yas günüdür. En azından ben küçükken öyleydi. 1980'li yıllarda, her 10 Kasım günü yas tuttuk. Türkiye, her 10 Kasım’da ağlamak zorundaydı. Ben çocukken, her 10 Kasım’da, lokantalar, sinemalar ve barlar kapatılırdı. İçki satılmazdı o gün. Birçok kişi, televizyon seyretmezdi bir gün boyunca. Hatırlarım, annem televizyonu açar ama sesini iyice kısardı komşular duymasın diye. Tüm Türkiye’ye bir gün boyunca eğlence yasağı gelirdi.

Bana, yalan ve yaptırımcı bir hüzün gibi gelirdi hep bunlar. İnsanlar kahramanlarını her gün anmalı. Onların yaptıklarını her zaman kutlamalı. Bir gün ağlamak… aslında bir kahraman için ağlamak, yapmacık ve gereksiz… gibi geliyordu bana.

Faiz Bey bir kahraman değildi. Ne Türkiye’nin, ne de doğduğu şehir Urfa’nın. Faiz Bey’in, Atatürk’e benzeyen birkaç yönü vardı. Her ikisinin de derin mavi gözleri vardı. Hani size baktığında içinizi delen türden. Her ikisinde de Hulusi Kentmen bıyığına benzer (çatık) kaşlar vardı :) Her ikisi de zamanına göre yakışıklı sayılırdı. Her ikisi de çapkındı. Maço, sinirli, kontrol düşkünü. Her ikisi de Rakı’yı ve sigarayı çok severdi. Her ikisi de bir Kasım günü hayata gözlerini kapadı.

Faiz Bey, köklü, örf ve adetlere bağlı bir aileden geliyordu. Zamanında, babası ile aynı odada oturabilmek için izin istemek zorundaymış. İşte öylesine, eski törelerin uygulandığı bir aile. Faiz Bey hayatı boyunca hiç çalışmadı. Elleri hiç nasır tutmadı. Ağa oğlu idi… öyle yetişmişti. İki kez evlendi ve bu evliliklerden dört çocuğu oldu. O, çocuklarını, Rakı’yı ve Maltepe sigarasını çok severdi. Bir de kanaryaları. Uzun uzun kanaryalardan bahsederdi. Her zaman bir kanaryası vardı evinde. Kafesin önüne sandalyesini koyar, uzun süre ıslık çalardı kanaryalar karşılık versin diye. Bazen kanarya kaseti koyduğu da olurdu kasetçalarına. Sonra oturur sandalyesine, sol elini kulağına götürür ve kanaryanın ötmesini beklerdi. Arada sırada da sorardı yanındakilere:

Bu kanarya dişi sanırım. Ötmüyor değil mi?

Kimsenin yüreği yetişmedi “Susmuyor ki mübarek. Sabahtan beri ötüyor. Kafa kalmadı vallahi” demeye. Kulağı ağır işittiğinden duymazdı kanaryanın ona söyledi şarkıları. Bir kulaklık almayı da kendine yakıştıramadı.

Faiz Bey, hani o Osmanlı adamı dedikleri kişiliklerden biriydi. Çok fazla konuşmaz ama konuştuğunda az ve öz konuşurdu. Bir kere olsun, üç oğlundan hiç birini kucaklamadı ya da “Seni Seviyorum” demedi onlara. Sevmediğinden değildi. O şekilde yetişmişti.

10 torunu oldu. ilk torununu çok sevdi. ilk torununun yanında çok farklı idi. Uzun uzun yürüyüşlere çıkarlardı onunla. Yürüyüşlerinde bacaklarının ağrıdığından, damar tıkanıklığı probleminden, anjiyo gibi tıbbi terimlerden bahsederdi. Torunu anlamazdı ama dikkatle dinlerdi… çünkü kelimeleri çok tasarruflu bir şekilde harcayan bu adamın bülbül gibi şakıması onu şaşırtırdı. Fazla konuşmayan bu adamın söyledikleri çok önemli olmalı, diye düşünürdü torunu ve can kulağı ile dinlerdi her söyleneni. Konu damar tıkanıklığı bile olsa.

Faiz Bey torununa hikayeler anlatırdı. Takla atan güvercinlerden bahsederdi. Harran ovasından… Urfa Valisi Neşet Bey’den… Kanaryalardan bahsederdi… oğlu Faruk’a nasıl yüzmeyi öğrettiğinden (oğlunun beline ip bağlayıp, Fırat nehrine atmış bir gün. Can havliyle birkaç günde öğrenmiş yüzmeyi Faruk), kardeşleri ile birlikte, dedelerinin hazinesini bulmak için, mutfaklarının ortasına açtıkları kuyudan ve inanılması güç birçok şeyden bahsederdi, Faiz Bey torununa.

Yürüyüşlerinde torununa bir şarkı söylerdi. Hep aynı şarkı, hep aynı detone sesi, ve Urfa şivesi ile:

Mehmet Efffendi
Aldı tüfffengi
Çıktı aviina
Vurdu kuşuuni

Şarkı söyledikten sonra da torununa, kuşları hiçbir zaman vurmaması konusunda tavsiye verirdi. “O şarkının gelişi” derdi. İşte öyle bir adamdı Faiz Bey.

Torununu bu kadar sevmesi, ona zaman ayırması, oğulları üstünde yaptığı yanlışlıkları torunu üzerinde tamir etmek istemesiydi, belki de. Faiz Bey, torununa, kimseye göstermediği, o kırılgan, hassas, sevecen yanını gösterdi hep. Ona önemli bir şeyi öğretti. Ona, babalığın, bir öğrenme süreci olduğunu öğretti. En azından, torunu bunu, yıllar sonra kendi kızları doğduğunda anladı. Ona, bir insanın başkaları tarafından görülen yüzünün, gerçek yüzünden farklı olabileceğini öğretti. Torunu da, Faiz Bey’i çok sevdi. Bir 10 Kasım günü öldü, Faiz Bey.

Günlerden 10 Kasım’dı. Türkiye, yine o sahte üzüntüsüne bürünmüştü. Ben de arkadaşlarım ile birlikte okul bahçesinde sıradaydım. Saat 9'u 5 geçe sirenler kulaklarımızı yırtmaya başladı. Yüce insanın öldüğü anı işaretliyordu bu siren, kulaklarımızda, beynimizde, kalplerimizde. Öğretmenler, etrafa bakınıyordu. Hani gülen bir öğrenci bulsam da çeksem kulaklarını der gibi. Böylesine bir anda gülmeye ya da daha kötüsü konuşmaya cesaret edebilecek kansız var mı acaba, diye aranıyordu gözleri. Ben ise ne konuşuyor, ne de gülüyordum. Ağlıyordum!

Okul müdürü yanıma geldi, diz çöküp yanıma “Ağlama, üzülme evladım! Benim de ağlayasım geliyor” dedi. Bana kimsenin Onun yerini alamayacağını, Onun kalbimizde yaşadığını söyledi. “Evet” dedim.

Kimse Onun yerini alamazdı. Müdür, Atatürk’ten; ben ise Faiz Bey’den bahsediyorduk. Daha sonra, müdür beni örnek verdi herkese. Benim, Atatürk’ü nasıl sevdiğimden bahsetti ve kıpkırmızı bir Kırmızı Kurdele taktı göğsüme.

Şimdi düşünüyorum da keşke söyleyebilseydim müdüre. Ben, dünyada tanıdığım en yüce insan için ağlıyordum ve evet, kimse onun yerini dolduramazdı. Ben 10 Kasım günü hayata gözlerinin kapayan dedem Faiz Doğan için ağlıyordum.

Yeni kitabım “Pürüzlü Mükemmellik” raflarda! Satın almak isteyenler, buradan buyrun

--

--